DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL

Wait 5 sec.

DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL‘’ İmranlı Orta Mektebinde tarih muallimi olduğu öğrenilen Niğdeli Kerim Yüce bir tuzlada hurda bir otomobil içinde ölü bulundu. Mevzu ile alakalı tahkikat devam ederken Hafik Gümrük Tekel Şubesi Memurluğundaki bir bekçinin ifadesine müracaat edildi .’’Bu bir gazete haberi miydi ?Belirsiz bir tarihte…Piyasaya verilmeyen bir yerel kasaba gazetesinde ?Kerim Yüce o tuzlaya niye gitmişti ? Ereği neydi? Başına ne gelmişti ?………………‘’ Pek dikkatli bakıyorsun Hoca. Neye ihtiyacın var, söyle! Hemen vereyim.’’Hafik işlek, tarihi bir yol üzerindedir. Avrupa’nın ileri ülkelerinin binbir endüstri ürünü bu yoldan geçerek İran’a, Pakistan’a taşınır. Doğu Bloku ülkelerinden Macaristan’ın Hungarocamion levhalı koca koca Volvo’ları yolu sarsa sarsa, tıklım tıklım elektrik aksesuvarı taşıyarak, besler bu ülkeleri. Polonya, Çekoslovakya, Almanya, Bulgaristan, Romanya da aynı durumdadır.Lüks Mercedes’ler, son model. Nereye gidiyor böyle. Petrolden sağlanan gelir nerelere harcanıyor. Direksiyonu kıvıran sürücü dalgın. Belli ki, otomobili Tebriz’e, Tahran’a, Ahvaz’a, Şiraz’a bırakıp, adrese teslim edecek, parasını alıp memleketine dönecek…Nüfusu bizim kadar olan İran’da kaç kişi böyle lüks bir otoya sahip olabilir ki. Şah ailesinden olanlar, ordu mensupları, SAVAK üyeleri yiyordur sütün kaymağını.Fransa’dan yola çıkan lüks Peugeot’lar da aynı. Sürücü götürüp belki Afganistan’a, Pakistan’a bırakıp otoyu, dönecek…Herkes çıkarını düşünecek elbet…Bu memlekette, yol boyu duraklarda para eden nedir ? Televizyon, oto parçaları…Sürücülerin zulasında daima her yerde paraya çevrilecek yedek parça, aksesuvar vardır.Hafik Tekel Şubesi önünde binbir marka otomobil…Devrilmiş, çarpışmış, çarpılmış, tavanı göçmüş, jantları yamulmuş, güneş altında kalıp döşemeleri solmuş, yırtılmış…İnsan düşünmeden edemiyor. Kaza yapmış; belli de kaç can gitti? Yaralananlar en yakın hastane Sivas’ta, nasıl taşındılar oraya ? Kurtulan oldu mu ?Bazı otomobilleri ilk görüyorum. Bunlar hangi ülkede yapılmış. Holanda Daf’ları…İspanya Seat’ları…Şu Citroen ne güzelmiş. Lastikleri yepyeni. Acaba bizim bir gurbetçimizin miydi, yoksa İran’a mı gidiyordu. Bir yanı boyadan boya yırtılmış…Sahibi kurtulmuş olsa bile onarılması için alıp götürmemiş, burada bırakmış. Belki sigortadan, kaskodan bedelini almıştır.İnsan gezerken bu hurda otomobil parkını, hüzünleniyor.Şu Simca’nın laciverdi güneş altında yanardöner gibi…Gökçe, yeşilimsi. Böyle oto boyası bizde yoktur. Nedir derdi bu güzel otomobilin ? Önden vurmuş; haşat. Onarımı olanaksız. İçindeki döşemede kurumuş kan lekeleri…Vay dünya, zalım dünya…Ölen olmuş mudur ? Belki memleketlerine az kalmıştır, bir kaza. Sonuç ?Opeller, Fiatlar, Austinler, Saablar, Land Roverlar, Audiler, Skodalar, Biancalar, BMWler, Alfa Romeolar, Volvolar, Renaultlar, Fordlar…‘’ Hoca, gel artık, işin içinden çıkamazsın…Gel, çayını iç. ‘’Biz ilkokulda öğrenciyken 1950 sonlarına doğru, Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti idi adı. Sonra Gümrük ve Tekel Bakanlığı oldu. Çayın en kalitelisi burada. Görevliler sevecen, şakacı…Bir memur, yakındaki lojmanından bir tepsi börek getiriyor. Tavşan kanı çayla iyi gidiyor. Israr ediyorlar, doyuyoruz…İmranlı için vakit var. Zara’yı geçtin mi Sivas’ın en doğusundaki ilçeye varırsın.‘’ Hocam, Başmüdürlük’ten bir buyruk geldi. Tuzla var, gidip bakmamız isteniyor. Vaktin var mı, meraklı olduğunu anladık. İstersen sen de gel.’’İçten bir çağrı. Karşı koymak mümkün mü ?‘’ Olur. Yalnız bir koşulum var. Arabayı ben süreceğim.’’Konuk ne isterse kabul edilir. Tamamdır.Küçük şube yapısının önündeki yüzlerce otomobilden çalışır durumda olan birini arayıp buluyorlar.‘’ Tamam, kötünün iyisi bu. Sizi götürür, getirir. ‘’Bu bir yıprak eski Opel…15 yaşında, her yerinde darbeler var . Boyaları kavlamış, tamponları düşmüş. Lambaları kırık…Bir torba var, göz atıyorum, fırından yeni çıkmış somun ekmek, biraz peynir, iki kutu çay…Direksiyona geçiyorum. Eski de olsa, antika da sayılsa Avrupa ölçütlerine göre , benim otomobilim Murat 124’e göre geniş, döşemeleri kadife. Ferah…Belki 6 , yedi kişi rahat alır.Biniyoruz. Çalıştırmak biraz zaman alıyor.Benzini var mı depoda. Varmış. Demek, bakmışlar…Yanımdaki memur Nureddin, bana Hafik’i anlatıyor. 1950 sonlarına doğru kasabanın ortaokulunda Fakir Baykurt Türkçe öğretmeni olarak görev yapmış. Soruyorum, biliyor büyük yazarımızı. İz bırakmış. ‘’ Efkar Tepesi’’ adlı kitabından da haberi var. ‘’ Şavşat’a gitmese iyiydi, 17 yıl oldu,‘’ diyor.‘’ Benim öğretmenim olmadı da ağabeyimin dersine girmiş,’’ diyor.Kızılırmak’a akan bir çayın üzerindeki köprüden geçerken yokluyorum freni. Aman Allah ! Fren tutmuyor, boşa basıyor pedal. Bozuntuya vermiyorum. Bir ter boşanıyor boynumdan aşağı; terin suyun içinde kalıyorum bir anda.Sen kendin istedin otomobili sürmeyi.Git, git, git…Gökçe göğertili koyaklar bitti. Sonra kel tepeler başladı. Tek bir kurakçıl ot yok; bitmemiş. Tuzcul ot da yok. Halk böyle kıraç yerlere Kösedağ, Kösetepe adını verir. Ya da Susuz tepe, Kurudağ… Turuncu, sarı, kızıl boyaklı topraklar…Tuzlu yerey. Suları da tuz yüklü. Kurumuş bulak başlarında tortulanmış tuzlar. Eski haritalarda memleha olarak gösterilirmiş. Şimdi tuzla diyoruz.Bir yokuştan aşağı doğru uçuyor otomobil. Ben sürat yapmıyorum. Kendiliğinden sanki vites yükseltmiş gibi. Direksiyon simidini sımsıkı tutuyorum. Yel gibi iniyoruz bir kuru derenin içine.Adı tuzla. Bir garip adam, adı Veysel’miş, küçük havuzcuklarda biriken suların buharlaşmasını bekliyor, sonra onları çuvallara dolduruyor. Güneş altında kapkara olmuş. Başka yerde görsem kızılderili sanırım. Kerpiçten bir dam yaşadığı ev. Merak ediyorum. Dar kapısından iki büklüm olup giriyorum içeri; penceresi de yok. Onun işini kapı görüyor, loş. Yere serilmiş bir mitil, bir ince yorgan. Testisi yastığının yanında. Getirdiğimiz çay paketini, somunu, bir İkinci sigarasını veriyoruz. Adamcağız yalnız yaşaya yaşaya yabanileşmiş. Bizle konuşamıyor bile. Hal hatır sorsak da yanıtlama gereğini duymuyor. Derin acılara gömülüyorum. Ağlama isteği duyuyorum. O denli duygusal olduğunu da gösterme artık.Neredeyim ? Burası benim ülkem mi? Sivas İlinde böyle bir yer olduğunu kim biliyor ?Taa uzaklarda bir köyden ikindi ezanının sesini esen tuz kokulu yeller uzunlu, kısalı , kesik kesik getiriyor.Tekel görevlisi getirdiği ‘’Teftiş Defteri’’ne bir şeyler yazıyor. O da bencileyin dalgın, düşünceli.‘’ Devletin garip işlerinden biridir bu tuzlalar Hocam,’’ diyor. ‘’ Elde edilen tuz, bu zavallı işçinin yevmiyesini ödeyemez. Taa belki 500 yıldır bu böyle. Kapatılmıyor da, gidiyor işte böyle, randımansız. ‘’Sanki dünyanın sonuna gelmişiz. Yapayalnız bir tuz işçisi…Köyü nerde ? Evi, barkı ? Buradan aldığı tuz parasıyla mı geçiniyor ? Soruyorum. Memura bakıyor. Çekiniyor, yanıt vermiyor. Sanki kırçıllaşmış sakalına gözlerinden her an yaş akacakmış gibi, ağlayacakmış da bizim yanımızda gururuna yediremediğinden tutuyormuş gibi kendini. Fotograf makinamı yüzüne yöneltiyorum, istemiyor.‘’ Hadi Allahaısmarladık Veysel, kendine iyi bak haa ! ‘’Nasıl iyi bakacaksa…Huyunu öğrendim ya otomobilin. Artık daha dikkatli olacağım. Tuzcu Veysel’i de hiç unutmayacağım.Tekel Memurluğu önüne kazasız belasız geliyoruz. Memurlarla vedalaşıp, fotoğraflarını çektikten sonra Murat 124’e binip ayrılıyorum. İmranlı’ da karta bastırıp, bir dönüşümde dağıtırım o resimleri.Muhabiri olduğum Hha için bir haber çıkar artık bu geziden.Hafik’ten doğuya Zara…Sonra İmranlı…Geceyarısı , meslekdaşlarımla ortak kiraladığımız evime ulaşıyorum . Dünyanın öbür ucuna gidip gelmiş gibi yorgunum. Yataklarına çekilmiş arkadaşlarım. İçeri girince kalkıp kucakladılar beni. Niğde’den elma, Ürgüp’ten üzüm getirmiştim sepette. Bir anda yağmaladılar gülüşerek .Aynı dalın öğretmeni Abdurrahman Akçay’a , öbürlerine diyorum ki ‘’ Ben bugün kaç kez ölüp ölüp dirildim. Yarın hha’nda, bir Sivas gazetesinde haberim çıkarsa sürpriz olmasın size.’’Anlatıyorum Tuzla’yı, tuz işçisi Veysel’i. Öğretmen arkadaşlar duygulanarak dinliyorlar.……………………10 Ekim 1976. İmranlı